Uzun hafta sonları çalışan herkes için kaçmaya bir bahane oluyor fakat İstanbul’dan çıkıp geri dönmek bile başlı başına bir mesai haline gelebiliyor. Benzer bir şekilde başlayan gezi için İstanbul’dan anca 16:30 civarı Etiler’den çıkabildik. Esra Halkalı’dan Kartal’a bizden çok daha hızlı vardı (haliyle). Şehrin çıkışındaki benzinliklerdeyken saat 8’i geçiyordu.
Şart olduğu üzere kısa bir İstanbul yakınmasından sonra Çukurbağ Köyü’ne varıp Sarı Memedin Yurdu’na girdiğimizde saat cuma sabah 5 civarını gösteriyordu. Oldurabildiğimiz kadar uyuyup güneşin üstümüze sabah 8-9 civarı vurmasıyla zorunlu uyandık. Az uykuya rağmen dinç hissetmemin sebebi Aladağlarda olmak. En son bir sene önce 29 Ekim’de platodaydım.
Bağlandığımı daha çok hissetmeye başladım Aladağlara karşı. Bakış açım da değişiyor. Burası hep bir “tırmanış bahçesi” gibiydi benim için. Evet, az insanla karşılaştığım, bazen iki kişi bazen 30 kişi kamp yaptığım hiçliğin ortasında bir yer. Emli Vadisi içinde geniş bir ormanla kaplı, yükseklerinde dağ keçilerinin dolaştığı bir güzellikti hep, ama o kadar. Yani coğrafyanın değişip gelişebilen, kırılgan tarafları olduğu kadar nasıl dirençli bir yer olduğunun farkında değildim. Öğrenmeye çalışmadım ayak bastığım bu yeri. Kullanışlılığı üzerine kafa yordum, elimde rota kitabıyla neresine çıkabilirim, nereye kamp atarsam su bulurum gibi sadece işlevsel olacak bilgilerle yetindim. Çok zirve yolundan döndüm burada. Bazıları daha en başında, bazıları en kilit etabında. Ulaştığım zirveleri saydım, zirvesinde bulunduğumu göstermek için çabaladım. En kolay ya da görece zor derecede tırmanış içerse bile.
Biraz detaylara takılmak ve etrafımda olan biteni anlayabilmek için elime dürbün geçmesi gerekiyormuş sanırım. Hem gerçek anlamıyla yakından görmeyi sağlıyor, hem de sürekli etrafta uçan kaçan bir şey var mı diye dürbünü göze yakınlaştırmadan da tetikte olmak gerekiyor. Kuş gözlemini “fırsat buldukça” sıklığında yapmaya çalışıyorum. Aladağlarda olmak ise en büyük fırsatlardan biri. Sarı Memedin Yurdu’ndaki su kaynağının dibine doluşan ak kuyruksallayanları, çıvgınları fark etmek, Kocadölek’te yükseklerde uçan siyah kuşların kırmızı gagalı dağ kargası olduğunu öğrenmek çok farklı bir duygu. Bir yandan bütün iğne yapraklı ağaçların çam olmadığını, Emli Vadisi’nin göknarlarla kaplı olduğunu anlamamı sağlıyor. Bir yandan ökseotları sarıp bitirmeye çalışıyor bu ormanı, bir yandan biriken çığlar zaman zaman düşüyor vadiye ve yamaçları ağaçlardan temizliyor. Bakıp, dinleyip, gözlemleyip öğreniyorum.
Cıngıllıbeşik mağarasına dair 3. nesil efsaneleri Ayhan abiden dinleyerek yürüyoruz. Tam nerede kamp yapacağımıza su durumuna göre karar vereceğiz. Akşampınarı’nda su olma ihtimali düşük, Kaldı’ya çıkma niyetimiz olduğu için Sulağankeler de mantıklı bir seçenek değil. Durumu tartıp, Avcıbeli altındaki kayaların oraya bivak atmaya karar veriyoruz. Suyu kar eriterek halledeceğiz. Akşamüstü yemeği ve dinlenme saati. Gökyüzündeki yıldızları izleyerek uykuya dalıyoruz.
31 Ağustos Cumartesi anca uyanıyoruz, yemek derken yürüyüşe başlamamız 7’yi geçiyor. Daha erken saatlerde vadiye doğru inen ultrakoşucular selam verip geçiyor, bizden biraz önce de daha sonra tanışacağımız Duygu’yu ileride görüyoruz. İlk adımlar, nefes açma derken 8 civarı Avcıbeli’ni bitirmiş, geçitte Duygu’yla resmi tanışmamızı yapıyoruz. Hafif tempo Kaldı’ya doğru devam ederken Esra dizinin çok iyi olmadığını söylüyor ve Ayhan abiyle geriden takip ediyorlar. Hava güzel ve açık olunca İsmail’le onlardan ayrılmakta bir sorun görmüyoruz.
Beli geçer geçmez sırta yakın ilerlemek daha mantıklı, irtifa kazanmayınca yol uzuyor. Yoncalıtaş’ın tepesine çıkmaya gerek duymadan patikayı takip ederek ilerliyoruz. Yamacı yan keserek devam ettikten bir süre sonra Kaldıbaşı’nın kulvarı bariz görülüyor.
Kaldıbaşı’na yaklaşınca görünen düzlük de top sahasına benziyor, ama esas top sahası burayı geçince. Kuru mevsime kaldığımız için kulvarlar hep boş ve çürük taşlı. Ama tırmanış yine de keyif veriyor. İsmail’le buraları yavaş yavaş tırmanıyoruz. Yazın vakit bol, hava durgun.
Kaldıbaşı’nı geçince top sahası kendini bariz gösteriyor. Onu takip eden patika ve kulvar da açık havalarda gözden kaçamayacak kadar net. Erken mevsimde bu kulvarı çıkmak eminim çok daha rahattır. Burada sağdaki kulvar boşluğuna tam girmeden, daha soldan kayalar üzerinden de ilerlemek mümkün, hatta daha rahat hisseden arkadaşlar oldu. Bu etaba top sahasında soldan ilerleyip hiç alçalmadan yaklaşılabilir kapalı havalarda da. Kaldı kuzey buzul kulvarı da bu noktadan rotaya bağlanıyor zaten.
Kaldıbaşı’ndan itibaren ben, İsmail ve Duygu’dan oluşan bir ekiple devam ediyoruz. Ayhan abi ve Esra’yı geride bırakmanın verdiği tatsız bir his. Duygu’yla başlarda mesafeyi koruyarak tırmandık. Biraz tanımamanın, biraz da olur ya yalnız gelmiş biri dağda pek insan görmek istemiyor olabilir düşüncesinin verdiği bir mesafe. Ben de onun yerinde olsam temkinli ve mesafeli durmayı tercih edebilirdim. Koskoca milli parkta yalnız olmanın verdiği his daha farklı. Ancak bütün bunlar bir kenara, oldukça keyifli bir ekip olduğumuzu düşünüyorum.
Kulvardan sonra rota sola dönüyor ve kılçık başlıyor. İlk birkaç hamleyi boşluk hissi fazla bir yan geçişle yapıyoruz. Burayı atlattıktan sonra seke seke ilerlenen bir kılçık bir süre sonra at gibi oturmak zorunda bırakıyor. Malum, ilk kılçık deneyimi.
Kılçık başka bir etaba bağlanıyor, ki bu da artık zirveye ulaşan son tırmanış. Çıkışların hiçbirinde ip açmıyoruz kayada rahat hissettiğimiz için. Burası da tahminim haziran ayına kadar kar ile doludur ve kazma-krampon tırmanması daha rahattır.
Bence Kaldı’nın Aladağlardaki diğer klasik rotalara nazaran ayrı bir çekiciliği var. Yanlış hatırlamıyorsam bazı kaynaklarda bu zirvenin “Kara Demirkazık”[1] diye de adlandırıldığını görmüştüm. Piramidi bütün sıradağların içinde yükselen, güçlü bir dağ. Buzulu, kör boğazları ve duvarları biraz kuzeyindeki zirvelerden açık havalarda tüm heybetleriyle gözlenebiliyor.
Herman Buhl’un Nanga Parbat Pilgrimage kitabında şöyle geçiyor: “Her yeni bir tırmanış yaptığımızda sevecen bir arkadaş olduğu kadar acımasız bir düşman da olabilen Doğa ile mücadelemizi yeniliyoruz. Bu da zirvede, yorgun da olsak keyif içinde başardığımız zaferin bilinciyle mağlup bir dev ayaklarımızın altında dururken Doğa’yla, yani düşmanla girdiğimiz başarılı bir mücadele sonunda kapıldığımız coşkuyu açıklıyor. Fakat daha sonra Doğa’yla ve dünya üzerinde bütün güzel şeylerle beraber hoş bir birlik içinde duruyoruz; fethettiğimiz şeyin müthiş Doğa’nın ulu zirveleri değil de aslında kendimiz olduğunun tamamen farkında olarak.”[2]
Ben buralara sadece bir rota çıkmaya gelmiyorum. Yürürken daha sağlıklı düşünüyorum, dağda olduğum zamanlarda da ruhen daha dinç hissediyorum. Dağcının aslında kendiyle mücadele ettiği çok uzun zamandır söylenir. Zirvelerde hissettiklerimiz çok büyük başarılar elde etmiş olmamız değil, kendi becerilerimizin sınırlarını fark etmemiz. Ama bu da bence eksik kalıyor, çünkü bu farkındalığımız bizimle bitmemeli. Kendimizi nereye, nasıl bir çevreye oturtuyoruz? Etrafımızı tanıyor muyuz? Sınırlarımızın da nasıl bir yerde geçerli olduğunu görmemiz gerekiyor.
Kendimi görüyorum ve buluyorum, evet. Ama esas olarak buraya geldiğimde Aladağların bir parçası olmaya, onu canlı cansız yaşamaya ve anlamaya çalışıyorum. Her bölgesi, vadisi, buzulu ve çanağı nasıl oluştuğunu ve nereye evrildiğini söylüyor. Bakıp dinlemek lazım.
Zirve dönüşünde ilk etapta 60mlik yarım ipi kullanarak iniyoruz. Burada iniş için bir sikke var. Kılçıktan sonra top sahasına indiğimizde Esra ve Ayhan abi ile buluşuyoruz. Esra’nın diz ağrısı iyiye gidiyor. Kaldıbaşı’ndan inerken daha rahat hissetmek için burada da ip açıyoruz. Patlak bir sikke var, onun yanındaki kayayı baba olarak kullanıp iniş yapıyoruz, Ayhan abi de inerken perlonu alıp arkada malzeme bırakmadan geliyor. Kampa dönerken daha kısa olur düşüncesiyle Avcıbeli’ne kadar ilerlemiyoruz, öncesindeki kestirme çarşaklardan iniyoruz vadi içine. Ufak tefek kaya bantlarıyla kesildiği için rahat edebilmek bir noktada tekrar ip açıyoruz. Bivak yerimize vardığımızda saat 5’i geçiyor, geldiği gibi geçitten dönen Duygu oyalanmasına rağmen bizden önce varmış ve neden bu kadar geç kaldığımıza şaşıyor. Kamp alanına ilk varan ben, gözlerimi pörtletmiş bir şekilde arkadan gelenlere sesleniyorum, “Biri bize bir şişe su bırakmış!”.
Gece bivaklarımıza çekilip yatıyoruz. En güzel zamanı günün. Tatlı bir yorgunluk güzel bir faaliyet sonrasında kendini gösteriyor. Ay ışığının olmadığı bir gökyüzü yıldızlarla aydınlanıyor. Samanyolu başımızın hemen üstünden (tahminim) kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanıyor. Deneb, Vega ve Altair yaz üçgenini oluşturuyor Samanyolu’nun biraz daha bize yakın uzantısında, kafa hizamıza daha yakın bir yerde. Sonra diğer parlayanlar; Demirkazık da dedikleri kutup yıldızı, Jüpiter, Venüs ve Mars. Her şey o kadar göz alıcı ki, evrende olan biten hiçbir şeyi kaçırmamak için göz kırpmadan izliyoruz. Saniyelerce süren bir yıldız kayıyor, inanılmaz! Her anda bu zamana kadar neden bunları fark etmedim diye içim gidiyor. Sonra çabucak bir haz yerini alıyor. İç huzuru hissediyorum, bir yandan da serin hava yüzümü ısırıyor. Gözlerimi dört açarak uykuya dalıyorum.
Dönüp bakınca kesinlikle hayalperestçe ve çocukça değil bu duygularım, tam tersine oldukça emin bir şekilde yere basıyor. Çevremle iletişim kurmaya ve dinlemeye çalışıyorum. Değişimi, akışı duyuyorum. Tavsiye ederim.
Arca Yılmaz
arcayilmaz@outlook.com.tr
[1] Bir harita üzerinde gördüğümü hatırlıyorum. Daha fazla bilgisi olan beni de bilgilendirebilirse sevinirim.
[2] İyi kötü çevirmeye çalışan: ben. Nanga Parbat Pilgrimage, Hermann Buhl.
0 yorum