Sene içerisinde, yaz planları arasında sürekli bir Kaçkar planı yer buluyordu kendisine. Kaçkar yöresini keşfetmek istiyorduk. Alışık olduğumuz Aladağlar ortamından çok farklı olduğu söyleniyordu. “Nemli dağ soğuk olur”, “Her yerden su fışkırıyor”, “Sürekli yağmur yağıyor”… Aslında daha da erken tarihte gitmek istesem de, sezonu kaçırmadan, yağmura yakalanmadan gidip geldiğimiz için, şanslı bir tarihte gittiğimizi düşünüyorum. İlk başta Ayşegül ve benle başlayan plan, Oktay ve sonrasında Nur Selin’in de eklenmesi ile 4 kişiye tamamlanmıştı. (Selin de gelmeyi çok istese de biraz benim erken gitme ısrarım üzerine gelemedi 🙁). Yola çıkmadan birkaç gün önce Hall’de oturup, yürüyüş, zirve, ulaşım konusunda plan ve araştırmalarımızı yaptık. Oktay ve Nur Selin, 24 Ağustos Çarşamba sabahı havaalanına inecek, biz de aynı gün otobüsle gelip buluşacaktık. Dağın etrafında bir “loop” oluşturup, arada zirvesine uğramalı bir plan kurmuştuk.
24 Ağustos 2022
Sabahın erken saatlerinde, önceki akşam Samsun’dan binmiş olduğumuz otobüsümüzden, Rize’nin Pazar ilçesi otogarına Ayşegül ve ben iniş yaptık. Yol üstünde mimari harikası çay bardaklı havalimanını da kestik. Oktayları nerde bekleyelim diye düşünürken, otogardaki dayıdan aldığımız tavsiye ile, hemen karşıdaki Emek Kafeterya’da hem bekledik, hem de ufak çaplı bir kahvaltı ettik. Saat 9 gibi, Oktay ve Nurselin’in de gelmesiyle ekip buluşmuş oldu. Çayımızı, çorbamızı içerken, loktantanın sahibinin torununun da Nurselin ve Oktay ile aynı uçuşta geldiğini öğrendik. Onlardan Yukarı Kavron’a nasıl ulaşabileceğimiz ve dağ ile ilgili birkaç nasihat alıp, alışverişimizi yapmak üzere kalktık.
Çantalarımızı otogara bıraktıktan sonra, Hemşin Deresi’ni geçip, Pazar ilçe merkezine -yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüş- gittik ve oradaki marketlerden (Üç harfli marketlerin hepsi var, yerel büyük marketler de var, aşırı spesifik bir şey aramıyorsanız, gayet yeterli.) alışverişimizi yaptık. Ben, önceki 2 günün de yollarda geçmiş olması ve biraz üşütmem sebebiyle, hafif kırgınlık ve boğaz ağrısı hissediyordum. O yüzden favori gargaramı bulmak için Pazar’daki 13-14 eczanenin hepsini dolaştım. (Buldum.)
Pazar’ın, sosyalist mesajlar veren dükkan tabelalarını anlamlandıramadan alışverişlerimizi yaptıktan sonra, otogarın orada tekrardan buluşup çantalarımızı ayarladık ve çarşıda dolanırken yerini öğrenmiş olduğumuz Ayder dolmuşlarının yerine doğru gittik. Bu dolmuşlar gün içerisinde, 45 dakika periyotlarla (dolarsa daha erken) kalkıyor. Ücreti de 40 ₺ idi. Bu dolmuş kooperatifinin instagram sayfası da var. Oradan daha güncel bilgi elde edebilirsiniz. Medeniyete son bir selam çakıp, birer Beypazarı (sponsorlu değil) yuvarladıktan sonra dolmuşa geçtik. 11.45’te kalkan dolmuşumuz, Pazar’dan çıkıp Ardeşen’e, oradan da Fırtına Deresi boyunca ilerleyerek Çamlıhemşin’e uğradıktan sonra, aslında tüm hattının yanından dolmuşla/yürüyerek geçeceğimiz Kavron Deresi’ni takip ederek Ayder Yaylasına ulaşacaktı.
Yol boyunca, Fırtına Deresi’nin etrafına kurulmuş, ONLARCA tesisi geçerken, nasıl bu kadar vahşi olabildiğimizi anlamlandırmakta büyük zorluk çektik. Dere boyunca, neredeyse bir karış boş yer kalmamıştı. O kadar ki, derenin üzeri bile sahiplenilmiş durumdaydı. Bireysel olarak her ne kadar doğayı korumak adına çaba göstersek bile, böylesi doğal güzelliklerin, sadece para uğruna vahşice katledilmesine karşı hiçbir şey yapamamak, insana gerçekten çok koyuyor.
Biz bu düşüncelerle Çamlıhemşin’e vardığımız sırada, şoförümüz bize, “Siz Kavron’a gidecektiniz değil mi?” diye sorduktan sonra, Kavron dolmuşunu tam ineceğimiz noktada bekletip bize jest yapmakla meşguldü.
Saat 13.00’de Ayder Yaylası’na vardık ve iner inmez, bizi Yukarı Kavron’a götürecek araca bindik. Ayder’den Yukarı Kavron Yaylası’na gün içerisinde, biri sabah, birisi öğlen (kesin değil) olmak üzere 1-2 sefer yapılıyor. Ücreti de 60 ₺. Ayder’den Yukarı Kavron’a çıkan çok fazla kişi yok. Bu konuda detaylı bilgi edinmek isterseniz Kartal Çiçek’e (05334343900) ulaşabilirsiniz. Bize çok yardımcı oldu.
Buraya kadar gelmişken Ayder Yaylası’ndan bahsetmemek olmaz. Keşke, o fotoğraflarda olduğu gibi bir yayla görebilseydik. Burası da, yol boyunca olduğu gibi, her bir noktası tarumar edilmeden bırakılmamış. Bolca inşaat, beton yığını bina ve trafik var! İnanılır gibi değil ama gerçekten yaylada trafik var. Bütün bu kargaşanın ortasında, bir yanda, etrafı sarılmış, Güney Meydan (ama eğimli) kadar bir alanda insanlar yatıp yuvarlanıyor…
Yolda ilerlerken, bir yerde durup mola verdik. Aslında o kadar uzun bir yolculuk değidi. Akan su özel desek, zaten sonrasında da öğreneceğiz ki taşı sıksak suyu çıkıyor. Burada neden mola verdiğimizi hala anlayabilmiş değiliz. Ancak Kartal Abi bizi en arkaya oturtup, önümüze de çantalarımızı yığdığı için, herkes suyunu içerken biz içerde 10 dakikalık süre boyunca baygın bi vaziyette oturuyorduk.
Yaklaşık 1 saatlik, sarsıntılı ama eğlenceli bir yolculuğun ardından, artık ilk hedefimize, Yukarı Kavron Yaylası’na ulaşmıştık. Kartal Abi bizi Şahin Pansiyon’un önünde indirip, arkasındaki düzlüğe çadırlarımızı kurabileceğimizi, ön taraftaki çeşmeden suyumuzu alabileceğimizi ve hemen yan taraftaki tuvaleti kullanabileceğimizi söyledi. Biz de, pansiyonun arkasına çadırlarımızı yan yana kurduk. Herhangi bir ücret de talep etmediler.
Burada, gün boyu dinlenip, üzerimizdeki yol yorgunluğunu attık. Bizim çadırların yanında duran, devasa off-road arabanın sahibi abinin maceralarını dinledik.
Akşama doğru, yemeklerimizi yapıp karnımızı doyurduk.
Biz oradayken, aynı zamanda bir görme engelli, bir duyma engelli ve bir yürüme engellinin yapacağı Kaçkar Zirvesi’ni konu alan bir belgesel çekimi vardı. İçerde oturup muhlamamızı yerken, o sırada yapılan ropörtajı izledik. Sonrasında, pansiyonun sahibi Yalçın Şahin ile tanıştık, dışarda onunla muhabbet edip çay içtik. Burası çok basecamp havası verdi bana. Sanki Himalayalar ya da Alpler hikayelerinde karşılaşılan türden. İnsanın sırf orada bir-iki gününü geçiresi gelmiyor değil.
Sonraki gün, sabah 6’da kalkmak üzere anlaşıp, yatışa geçtik.
25 Ağustos 2022: Yukarı Kavron – Naletleme Geçidi – Olgunlar
Sabahleyin planladığımız üzere saat 6’da uyandık. Sularımızı kaynatıp, Kavron Vadisi’nin manzarası eşliğinde çaylarımızı yudumlayarak kahvaltımızı ettik. Kampımızı topladık ve saat 8.10’da yürüyüşümüze başladık.
Pansiyonun önündeki köprüden geçip, sol taraftan, sert bir yükselişle yürümeye başlamıştık. Yarım saatlik hızlı bir yükselişin ardından ufak bir mola verdik. Artık köy sağ yamacımızda kalmıştı. Önümüzde ise Kaçkar dağ kütlesinin eşsiz manzarası vardı.
Yaklaşık bir saat daha, patikaları karıştırmamaya çalışarak yürümeye devam ettik. Her yer çimenlik olduğu için, patikayı seçmesi zor olabiliyor. Her ne kadar “dümdüz yol, patikadan gitmesek ne olacak” desek de, her yanımızdan şarıl şarıl su aktığı için, düzgün bir yoldan ilerlemediğimizde sürekli kendimizi sürekli su akıntılarını geçerken buluyorduk.
Yolumuz üzerindeki ilk göl olan Küçükdeniz Gölüne saat 11.20’de ulaşmıştık. Burada biraz mola verip dinlendik. Oktayla gölün diğer tarafındaki akıntıya gidip gelmesinin yarım saat süreceğine dair iddalaştık. Oktay yaklaşık 10 dakikada gidip gelerek beni şaşkına çevirdi :D.
Burada bir saate yakın oyalanıp, tıkındıktan, şekil şukul fotolar çekindikten sonra, artık kalkma vakti geldi diyip harekete geçtik. Önümüzde bir iniş vardı. Göle varış yönümüze göre solda kalan belden aşağıya doğru inecektik. Sonrasına tekrardan yükseleceğimiz için, yan geçiş mi yapsak sorusu hemen akıllarda belirdi. Ancak önceki tecrübelerimden patikası olan bir yeri daha hızlı geçmenin mümkün olmadığına inandığımdan bu fikre bir an bile kanmadım.
Cornavit Gölüne doğru giden dere yatağına doğru inişimiz yaklaşık 20 dakika sürdü. Patikası oldukça bariz ama yorucu bir iniş idi. Üzerimizde 20kg+ çantalarla yürüdüğümüz için dikkatli olmak zorundaydık. Dere yatağına indikten sonra kayalıkların arasından akan buz gibi sudan kana kana içtik.
Artık önümüzde uzun bir çıkış bekliyordu. Naletleme Geçidi olaran anılan beli aşacaktık. Toparlanıp yola düştük. Yol bir süre sonra artık yeşil coğrafyadan arınmış, yerini taşlı/kayalıklı coğrafyaya bırakmıştı.
Saat 14.45’te Naletleme Geçidi’ne vardık. Burası oldukça rüzgarlıydı. Bir taşın altına sığınıp, çok da oyalanmadan, 15 dakika kadar dinlenip hızlıca harekete geçtik. Rüzgar üşütüyordu.
İnişe başladıktan yaklaşık yarım saat sonra, yeşil terrain tekrar kendisini göstermişti. Hem de bu sefer çok sık otlar biçiminde! Daha bir ay önce aynı bölgede Oğulların patikaları bulamamasına anlam verememiştim ancak bu manzarayı gördükten sonra fikrim değişti. Otların sıklığı o kadar fazlaydı ki, bulunduğumuz patikadan bir metre aşağıda veya yukarıda olsak, imkanı yoktu ki bu patikayı tekrar bulalım. Yeşil zemin ile birlikte, yine bir dere ile de karşılaşmıştık. Burada, su tazeleyip ilerlemeye devam ettik.
İlerledikçe, vadinin karşı tarafında, Dibedüzü (Düpedüzü) adı verilen kamp alanını da görmüştük. Epeyce uzun bir süre, neredeyse düz bir patika boyunca, yolumuzu dik kesen dere kollarını aşarak ilerlemeye devam ettik. Tüm bu aştığımız kollar, biraz daha ileride, vadi tabanında Dibedüzü Deresi’ni oluşturuyordu.
Saat 5 sularında, bu bahsettiğim derenin yanına doğru inmiştik. Gürül gürül akan derenin yanında bir mola verip keyif yaptık. Bu noktada, az ötemizden geçen 3 kişilik ekibin bize hiç selam vermemesi garibimize gitmişti. Daha sonra yolumuza devam ederken tekrar karşılaştığımızda, Olgunlar köyünden bir dayının, 2 torununu ile birlikte gezintiye çıktıklarını öğrendik. Selamlaşıp yolumuza devam ettik.
Artık yorulmuş, yürümekten bezmiştik. Yolda eğim namına bir şey de olmadığı için, yürü babam yürü bitmiyordu. En büyük motivasyonumuz olan Oktay’ın Oğul’dan aktarımı olan “Olgunlar’da bir kebapçı var…” sözüne sıkıca sarılıp yürümeye devam ediyorduk.
Bu sırada artık kendimi iyiden iyiye bitkinleşmiş hissediyordum. Naletleme Çıkışında da bir iki yerde epey tükenmiş, ancak çıkabilmiştim. Yorgunluk ve gelmekte olan hastalığım kendisini iyice hissettiriyordu.
Tam derin düşünceler, yorgunluğu birleşimi, aman aman nerelere geldik düşüncelerinde motora bağlamış bam bam yürürken, bir anda Oktay’ın çığlığıyla irkildik. Önünden geçen bir yılan gören Oktay’ın ödü bokuna karışmıştı.
Oktay’ın korkusunu yenmesine yardımcı olduktan sonra -zaten neredeyse köye gelmiştik- az daha yürüyüp, evlerin erasından köyün içerisinde bulduk kendimizi. Önümüze çıkan sığırı nasıl aşacağımız konusunda kafamız karışıkken köylü bir teyzenin “Gelin şurdan geçin” demesiyle yolumuzu bulduk.
Köyün kilit taş döşeli yollarındaydık, orada karşımıza çıkan bir dayının “Burada bi kebapçı varmış, nerdedir?” sorumuzu çok şaşkınlıkla karşılaması hepimizde bir tedirginlik yarattı. Sonra öğrendik ki burada kebapçı falan yokmuş!
Var olan da cafe/restoran arası değişik bir yapı. Buna da şükrettik ancak bir de baktık ki kapalı!
Orada bulunan ve sahiplerinin annesi olduğunu söyleyen teyzeden öğrendimizi üzere yarım saat önce bal almaya gitmişler. 🙁 Bizim patika üzerinde karşılaştığımız dayı da teyzenin eşi, diğerleri de torunlarıymış. Onları sordu bize, biz de yakında varacaklarını söyledik.
Sonra teyze, kendisinde anahtar olduğunu ancak sahiplerinin telefonu çekmediği için girip bir şeyler hazırlayamayacağını ancak eğer istersek sütlaç yiyebileceğimizi söyledi. Hunharca aç, yorgun ve tüm umutlarımız yıkılmış olduğundan, sütlaca tamah ettik.
Çadırlarımızı da bu kafenin yanındaki köprünün az ilerisinde, büyükçe bir kayanın ve derenin yanına doğru kurduk. Sonrasında yemeklerimizi pişirip karnımızı doyurduktan sonra vurduk kafayı yattık.
Bu yürüyüşün wikiloc kaydına linkten ulaşabilirsiniz: https://www.wikiloc.com/hiking-trails/kavran-yaylasi-olgunlar-112184813
26 Ağustos 2022: Olgunlar – Dilberdüzü – Deniz Gölü
Sabahleyin, saat 7 gibi uyandık. Gece, derenin gürültüsü ve serinliğiyle geçmişti. Ancak dışarıda güneş, inceden inceden kemiklerimizi ısıtıyordu. Hiç de acele etmeden, yayıla yayıla kahvaltılarımızı yaptık.
Bugünkü planımız, yarınki zirve için, olabildiğince yukarıya çıkmak. haritada gözümüze kestirdiğimiz Deniz Gölü ya da Atsız Gölü yakınlarına kampımızı çıkarabilmekti. Bu iki nokta, hem 3000 seviyesinin üzerinde, hem de zirveden sonraki günümüz için yolumuzun üzerindeydi. Çayımızı kahvemizi içtikten sonra, kampımızı toplayıp saat 08.45’te 2150 metredeki kamp alanımızdan ve Olgunlar Köyü’nden ayrılarak yola düştük.
Gürül gürül akan derenin az üzerindeki patikadan yürüyüşümüze başlamıştık. Az bir eğimde, usul usul yükseliyorduk. Patika bazen dereye yaklaşıyor, bazen sesini kesecek kadar uzaklaşıyordu dereye.
Yaklaşık 1 saatlik yürüyüşün ardından, saat 09.50’de 2400mt. yüksekliğindeki Hastaf yaylasına varmıştık. Nastaf, Hastav gibi isimlerle de anılan bu yaylada, eski, taştan yapma yayla kulübeleri ve taştan dizilmiş çemberlerin içerisinde, böğürtlen çalılıkları yer almaktaydı. Eskiden köylüler gelip burda kalsa da, genç nüfusun da azalmasıyla birlikte artık pek kimse uğramıyormuş.
Burada biraz böğürtlenlerin tadına bakıp, dinlendikten sonra tekrardan yola düştük. Patikadan ilerlerken yaylanın birazcık daha ileri kısmında bir çeşme var. Burada sularımızı da doldurduk.
Artık kendimi iyiden iyiye hasta hissediyordum. Ekibi epeyce yavaşlatıyor, sürekli kesiliyordum. Yavaşça ve bol bol mola vererek ilerliyorduk.
Bu molaların bir tanesinde, yanımızdan katırıyla yukarıya doğru giden dayının “Dilberdüzü taksi” teklifini de ciddi bir biçimde düşünmedim desem yalan söylemiş olurum.
Velhasıl kelam, tüm bu sızlanmalarla beraber, ıkına ıkına, saat 12.50’de Dilberdüzü kamp alanına varmayı başarmıştık. Kendimi daha fazla ileriye taşıyabileceğimi düşünmüyordum. Bize Dilberdüzüne vardığımızı haber eden devasa babanın dibine yığıldım.
Burada, genişçe bir düzlük, birkaç taştan yapı, bolca çadır vardı. Zaten çadırların büyük bir kısmı basecamp çadırı, bir diğer kısmı ise sabit kiralık çadır gibi görünüyordu. Bizim geldiğimizi gören, daha önce de bir yerde gördüğüme emin olduğum bir abi bize selam verdi.
Sonrasında, ben orda eşşek gibi yatarken, Oktay ve Ayşegül, ilerideki Montis basecamp’ı olduğunu tahmin ettiğimiz çadıra, yukarı tarafı, Deniz gölü çevresinde kamp kurmanın mantıklı olup/olmayacağını ve su durumu gibi şeyleri sormaya gittiler.
Ellerinde, birer bardak çay ve bir tabak dolusu atıştırmalıklarla geri döndüler. Buradan, tekrardan ikramları için teşekkür edelim :). Daha sonra, öğrendiklerini aktarırlarken, yanımıza gelip bize selam veren Ayhan Abi ile tanıştık. Kendisi, Boğaziçili olduğumuzu öğrenince, bizi sanki 40 yıllık dostuyla karşılaşmış gibi sahiplendi. Meğersem Ayhan Abi, Efe ve Arda abilerin yakın arkadaşıymış. Yazın büyük bir kısmını Dilberdüzünde kurduğu basecamp’te geçiriyormuş. Bütün çevreye emek veriyormuş. Yol boyunca gördüğümüz tüm babaları vs. dikiyor/düzeltiyormuş. Çok sağolsun o da bize kahve demledi.
Bu sırada, Oktay orada İsrailli bir abi ile tanışmıştı. Abi, yanındaki köylüyle beraber yarın zirve yapacaktı. Buraya 3. gelişiymiş falan. Oktay epey muhabbet edip numarasını aldı adamın “yanına gelicem” diye.
Burada epey dinlenip muhabbet ettik. Aklın ve mantığın söylediği şey, henüz saat daha bu kadar erken iken, yukarıya devam edip, kampımızı 3300 seviyesindeki Deniz Gölü yamazınca kurmak idi. Ancak ben bitmiş, tükenmiştim. Artık gram devam etmek istemiyor, oracıkta uyumak istiyordum. Ayrıca Ayhan Abi’nin, “Siz boşverin gitmeyin, burada size basecamp yemeği yapayım.” sözü beni benden almıştı. Bütün akşam burada malak gibi yatıp muhabbet etmek beni çook cezbediyordu.
Ancak Oktay, Selin ve Ayşegül yukarı gitmekte ısrarcıydı. Ben zaten zirveyi salmıştım. Onlara burada kalmalarına ikna edebilecek her teklifi yaptım. Çadırları yarın öğlene kadar yukarıya taşımaya bile okeydim. Gerçekten hiç yürümek istemiyordum. Dedim ki siz beni burada bırakın, yarın ben gelirim yanınıza. Yok. Yine ikna edemedim. Beni de bırakmıyorlardı. En sonunda, bir saat burada dinlenme şartıyla giderim’e onları ikna ettim. Ancak yukarı çıktığımızda pertimin çıkacağına ve cidden işlevsiz hale geleceğime de emindim.
Saat 15’i biraz geçe, toparlanıp tekrardan yola düştük. Benim aklım hala basecamp makarnasındaydı. Yürüyüşe devam ettik. Yol üzerinde yine bir İBB kayasına rastladık. Buradaki yükseliş biraz daha dik idi. Pat küt yükseliyorduk. Artık canımı dişime takmış, tüm enerjimle tırmanıyordum.
Yeşillik terrain kaybolmadan hemen önce, yukarı taraftan gelen bir tayfa gördük. Önce turistler mi acaba diye düşündük. Sonra bu saatte buradan aşağı inip nereye gidiyorlar, nereden geliyorlar diye düşündük. Sırtlarında çanta falan da yoktu. Yaklaşınca anladık ki, bir tanesi buralıymış. Arkadaşlarıyla gezmeye gelmişler, ellerinde bir tane tüfek, sıka sıka geziyorlardı. Garip.
Artık epeyce yükseldikten sonra, kayalık zemin başladı. Artık 3000’leri çoktan aşmıştık. En sounda, boğaz gibi bir yeri de tırmandıktan sonra, işte, Deniz Gölü, günbatımıyla birlikte bizi karşılıyordu.
Saat 18’e geliyordu. Gün hemen batmadan çadırlarımızı kurmak istiyorduk. Orada yapılmış olan çadır alanlarına bir bakındık. Geneli ufak olsa da iki tane yakınına bir şekilde sığar gibiydik. Orada, birbirine uzak kurulmuş, 2 tane daha çadır vardı. Su doldurmaya giderken, bizden uzakça olanın yanlarına gidip selamlaştım, Sibiryalı bir çift idi. Bize daha yakın olan çadır bize pek selam vermedi. Ancak, ne Türkçe, ne İngilizce konuşuyorlardı, tam anlayamadık nereli olduklarını.
Bu arada, bahsetmeden geçemeyeceğim bir diğer şey de, burasının oldukça rüzgarlı olmasıydı. Gelince, dinlenmeye fırsat bulamadan, güneşi kaçırmamak adına hemen çadırları kurmaya girişmiştik. Ancak çadırları kurmak da rüzgarın şiddetinden ötürü, normaldan çok daha uzun sürdü.
En sonunda, bizim çadırı da kurduktan sonra, içeriye matımı sallayıp, üzerine yapışmam ile birlikte, oradan yaklaşık 12 saat daha kalkmayacaktım.
Bütün enerjim çekilmiş, sanki paralize bir şekilde yatıyordum. Canım su içmek istiyor, elimi şişeye uzatıp alamıyordum. Dağda ilk defa bu denli hasta olmuştum. Bu sırada varolsun Ayşegül bana çok iyi baktı. Bu kamp için, deneysel olarak hazır yemeklerden almıştık. Hazır pirinç pilavını ve konserve tavuğu ısıtıp yedik. Başta hiç yiyemeyecekmişim gibi gelse de, bir iki kaşık yedikten sonra iştahım açıldı ve karnımı doyuracak kadar yiyebildim.
Sonrasını pek hatırlamıyorum. Zaten kapanmaya yer arayan gözlerim, kendisini açık tutmak için daha fazla bir sebep görmemişti.
Günün Wikiloc kaydına linkten ulaşabilirsiniz: https://www.wikiloc.com/hiking-trails/olgunlar-ahpini-112185251
27 Ağustos 2022: Kaçkar Zirve & Yatış
Kaçkar Zirve Gezi Raporu
Katılımcılar: Ayşegül Arabacı, Nur Selin Soysal, Oktay Özel
Tarih: 26/08/2022
Rota: Güney (Klasik)
Önceki gün 1150 metre yükselerek Olgunlar köyünden, Dilberdüzü’nde basecampteki şahane ortamı bırakıp Deniz gölüne gelmek bizi çok fena yormuştu. Ayhan Abi her ne kadar zirveyi erken saatlerde yapmamızı tembih etse de 6.15’te Deniz gölündeki kamp alanından ayrılabildik. Kaçkarların her yerinde olduğu gibi zirve yolu da baba doluydu ve eğer bulabilirsek patikaları takip edebiliyorduk.
Ayşegül ve Oktay’ın wikiloc maps.me arası git gel yapıp optimal rotayı bulma çabalarıyla ilerledik durduk. İlk yükselişi yapıp 6.40 gibi kısa su molası verdik, 7.13’te 10 dk dinlenip 7.40 gibi mecburi rüzgâr molası verdik. Güneş tam her yeri kaplayana kadar gerçek anlamda rüzgârdan uçacaktık. Oktay bu sürede kendini biraz kötü hissetmeye başladı. Önceki günün halsizliği yüzünden ve kendi beyanına göre irtifa hastalığı olarak zirve yolundan geri dönmeyi düşünmeye başladı. Zaten keyifsiz olduğu belliydi çünkü uyandığından beri sadece 1 (sayıyla) şaka yapmıştı. Ayşegül’le ben zirve yapıp yapmama konusunda kararsızdık, rüzgâr böyle devam ederse ilerlemek çok zor olurdu. Zaten taşlar da boşluklu olduğundan yamuk taşa basıp düşme ihtimali biraz yüksekti.
Oktay’ı ısrarla 3550’ye kadar çıkarıp 8.20’de uzun mola verdik. Biz buradan ilerleme kararı aldık, yolun gidişatına göre karar verecektik. Telsizi Oktay’dan alıp onu kampa doğru uğurladık. 1 saat yürüdükten sonra 3620’de Kate Clow’un balkon diye tabir ettiği dağın ortasındaki ufak yeşillikte mola verdik.
Buranın biraz üstünde bir su kaynağı bile vardı. Oktay gittiğinden beri rüzgâr azalmış güneş yayılmış kuşlar cıvıldıyordu. Burada zirveye devam etmeye karar verdik. Ayşegül’ün şahane rehberliğinde saat 10.10 gibi rüzgârdan harika koruyan taş girintisinde zirveden önce son molamızı verdik. Burada Şahin isimli Kaçkar zirve rehberi ve İsrailli müşterisi Efi ile karşılaştık. Şahin bize saçma cümlelerle akıl vermeye kalkınca hızla yolumuza devam ettik. Muhtemelen hayatlarındaki en feminist şeyi gördüler diye düşündük.
Tahmin ettiğimizden 10 dk erken yani 10.50’de zirveye ulaşmıştık. 3900 metrede bir sürü göl ayağımızın altındaydı, yer yer yeşillikler ve bir buzul yüzeyi gözümüze çarpıyordu. Aşırı rüzgâr olduğundan fazla duramadık ama Ayşegül’ün bulduğu girintide bi kahve molası verip manzarayı izledik. Zirve defterinden herkese selam yollayıp zirvedeki insanlara zilyon tane fotoğraf çektikten sonra da yavaştan inişe geçtik.
Oynak taşlardan diz sağlığımızı koruyarak yavaş yavaş inip 12.10 gibi yeşillik kısım olan balkonda 25 dk mola verdik, yakındaki su kaynağından suları tazeledik. Balkonun biraz ilerisinde aşağısı hafif boşluklu bi kısım vardı, burada boşluk hissini azaltmak için geçerken tutmalık ip bağlamışlardı. Böyle ufak lüks sürprizlerle şaşırıp baba manyağı olduğumuz bu yoldan inmek keyifliydi. 13.05’te 3550 metrede 10 dk dinlenip devam ettik. 3400’e indiğimizde karşımızda duran son 100 metrelik yükselti gözümüzde çok büyümeye başlamıştı. Güneş çok yakmaya başladığı için fazla beklemeden belde yükselmeye başladık ve 15dkde yükseltiyi çıkmıştık. Artık rahatladık sansak da ileride kampa varmadan ufak yükseltiler daha geçtik.
Vardığımızda Deniz gölünün kenarında keyif yapan Oktay’la Hakan’ı görüp kendimizi hemen yanlarına attık. Yaklaşık 9 saatte zirveyi tamamlamıştık ve sonunda biraz rest yapabilecektik. Tüm kampın en az yorucu günüydü diyebilirim. Çok keyifli bir zirveydi iyi ki dönmemişiz. Ayşegül’e rehberliği ve güven veren zirve yoldaşlığı için teşekkürlerimi iletiyorum.
Ayşegül’ün kaydettiği wikiloc rotasına linkten ulaşabilirsiniz: https://www.wikiloc.com/hiking-trails/deniz-golu-kackar-zirve-112027444
Nur Selin Soysal
Nasıl Yattım Ama Anlatıyorum Kısmı:
Sabah, tam hatırlayamadığım bir saatte, hava aydınlanmış, ancak güneş henüz bizim çadırlara düşmemişken gözümü açtım. Kısa bir sorgulamanın ardından, epey susamış olduğumu farkettim. Üstüme bir şeyler giyinip çadırdan çıktım ve su doldurdum. Bu sırada, Sibiryalı çift de toplanıyordu. Onların yanına gidip muhabbet ettim biraz. İstanbul’dan remote çalışıyorlarmış. Bana başka nereler var böyle diye sordular, onlara Aladağlar’ı anlattım. Sonra birbirimize instagram hesapları verdik ve yola düştüler. Onlar da bizim sonraki gün gideceğimiz Yukarı Kavron tarafına doğru gidiyorlardı.
Sonra, bizim çadırın oraya tekrar döndüm ve komşu çadırımızla tanıştım. Onlar da Çekya’lı bir çiftti. Kaçkar bölgesini epey dolaşarak taa Zilkale’den gelmiş, dün de zirve yapmışlardı. Yaklaşık 1 haftadır falan bölgede olduklarını söylediler. Sibiryalı çiftin aksine bu ikiliyle daha rahat iletişim kurabildim. Onlar da bizim geldiğimiz tarafa, Olgunlar köyüne doğru devam edip oradan Trabzon’a geçeceklermiş. Sonra onlar da toplanıp yola düştü.
Ben de kendime biraz su ısıtıp çay yaptım ve bir şeyler atıştırdım. Sonra oralarda dolanırken, çat çut sesler duydum. Bu sesler de neymiş derken, 5-10 dakika sonra Oktay çıkageldi. Niye geldin, nerden geldin derken öğrendim ki irtifa Oktay’da kafa yapmış. Geri dönmüş o da. Biraz sıcak su vardı, onu aldım, gölün kenarına gittik oturduk. Birer çay içtik. Sonra Oktay çadıra dinlenmeye gitti. Oktay’a georalli poli ikram ettim. Ben de çadıra girip biraz daha yattım.
Sonra öğlene doğru uyandım. Oktay’ı da uyandırdım. Su kaynatıp gölün kenarına gittik yine. Bizim dünkü İsrailli abi Efi ile köylü dayı gelmişlerdi. Onlarla muhabbet ettik. Dayı Efi ile çok muhabbet açamadığından bizi görür görmez yanına çağırdı zaten. Sonra onlar da daha yolumuz var deyip gittiler.
Oktay’ın enerjisi yerine gelmiş, güneşi de görünce kurtlanmıştı. Suya girip yıkanma derdine düştü. Sonra belden aşağı girip iyi bi ıslandı. Üst kısmını da sokmaya ikna edemedim bir türlü. Bulutları takip edip en güneşli anda girmeye çalışıyordu ki, yine uzaktan tıkır tıkır baton sesleri duymaya başladık.
Ayşegül ve Nurselin zirveden dönmüşlerdi. Onlar da yanımıza geldiler, tebrikleşme faslından sonra gölün kenarında laga luga yaptık. Sonra bi ara iyi bir güneş açtı. Oktayı gazlayıp üst tarafını da suya sokmaya ikna ettim. Ancak, bu sefer da alt tarafını ıslatmak istemediğinden, işimiz biraz zor olacaktı…
Orda biraz daha muhabbet çevirdikten sonra, çadırlara gidip yemek yaptık. Yarınki planımıza dair konuştuk. Bugün biraz daha erkence, hava karardıktan az sonrasında uyuduk.
28 Ağustos 2022: Deniz Gölü – Kavron Geçidi – Yukarı Kavron – Rize KYK
Bugün, daha erken, saat 6 gibi uyandık. Yolumuz uzundu. Yukarı Kavron’a geri dönüp, şehre varmayı planlıyorduk bugün.
Kahvaltılarımız ederken, yanımızdan 5-6 kişilik bi dayı tayfası geçti. Ben de hemen yerimde duramayıp yanlarına zıpladım. Kars’tan gelen bir ekiplermiş. Dilberdüzünden zirveye doğru gidiyorlardı. Onlarla biraz Kars muhabbeti yaptım. Sonra kampımızı toparladık.
Saat 7.30 itibariyle yola düşmüştük. Deniz Gölüne son bir selam çakıp, sol taraftaki bele doğru yükseldik. Buradan usul usul, yakınımızdaki diğer göle, Atsız Gölüne doğru inmeye başladık.
Buradan sonra, Kate Clow’un çizdiği yoldan değil, vadiyi dolanmadan, yine geçit aşarak ilerlemeye karar vermiştik. Maps.me’de görünen patikayı pek bulamadan, kayalıkların üzerinden yükselmeye başladık. Saat yaklaşık 8.30 gibi, ilk bele çıkmayı başarmıştık.
Buradan da usul usul inmeye/yan kesmeye başladık. Bir süreliğine kendi aramızda bir iletişimsizlik yaşadık. Oktay gitti bizden biraz daha aşağıda bir yerden inmeye başladı. Sonra bi ara göremedik Oktayı. Çok uzun sürmeyen bu süreçten 5 10 dk sonra, tekrar ulaşmaya çalıştığımız belin az aşağısında tekrar 4 kişi olduk. Artık in çık işi bizi baymıştı. Acaba vadiyi dolaşmayarak hata mı ettik diye düşündük bir aralık. Sonra düşünmek boş iş deyip yürümeye devam ettik.
Yaklaşık 45 dakika sonra ikinci bele gelmiştik. Burada biraz dinlenip, çarşaklı bir inişe başladık. Ben aşağıda dinlenmek istediğim için yardıra yardıra indim.
İndim ki, aşağıda otlayan koyun sürüsünün ruhumda yarattığı tedirginliğin haksız olmadığını gördüm. Otluk zemine varmış, oturacak “kuru” bir yer ararken iki tane boyum kadar çoban köpeği etrafımı sardı. Boyunlarındaki tohtların dikenleri nerdeyse karışım kadardı. Şöyle bir iki baktılar bana, ben de tüm serinkanlılığımla put gibi dikildim oracıkta. Kokladılar epey, sonra zararsız olduğuma kanaat getirip güneşlenmeye geri döndüler.
Tabi ben bu sırada sessizce durabilsem de, yanımdan gitmeleriyle birlikte vücudumdaki adrenalinin boşalması bir oldu. Tabi o sırada bizimkiler de bana yaklaşmışlardı. Düzgün bir yer bulup oturduk, sularımızı tazeledik.
Tekrardan yola koyulduk. Artık yavaşça yükselip, Kavron Geçidi hizasına geldikten sonra, yan keserek geçide ulaşacaktık. Biraz yükseltiken sonra yine kayalık zemine geçiş yaptık. Burada patika daha belliceydi.
Yükselirken, Kavron Geçidi’nin parelelinde, yine belimsi bir noktaya geldiğimizde, esen hunharca rüzgar içimizi titretmişti.
Geçide doğru ilerlerken, ufak bi kayalık inişi yaptıktan sonra, sağa doğru keserek çok ilginç bir patikaya girdik. Taşlar öyle bir düzendeydi ki, sanki belediye gelip döşemiş gibi duruyordu!
İBB kayalarından sonra, dağda İBB kaldırımı da görmüş olduk.
En sonunda, Kavron Geçidine varabilmiştik. Buraya varmak tahminimizin çok üzerinde vakit almıştı. 6 saattir yürüyorduk. Buraya varmayı beklediğimiz vakit çok daha erken olduğu için de bizi moral olarak yok etmişti.
Ancak manzara gerçekten takdire şayandı. Önümüzde sol ve sağ omuzlarımızda devam eden sırt hattı, Derebaşı Gölü, gölden doğan Hala Deresi, aşağıda Yukarı Kavron yaylası ve üzerindeki bulutlar manzaramızı süslüyordu.
Burada telefonun çekmesini bekliyorduk. Kartal Abi’ye ulaşıp birkaç saate geldiğimizi haber verecek ve aşağıya bizim için servis ayarlamasını isteyecektik. Ancak telefon beklediğimiz kadar düzgün çekmiyordu. Ayrıca saat 13.30 güneşi ve buna tam zıtlıkta hunharca esen rüzgar burada kalmamıza müsaade etmedi. Aşağıya doğru devam etmeye karar verdik.
Aşağıya doğru inmeye başlamıştık. Bu sırada, sularımız biraz azalmış, gölün kenarından mı doldursak diye düşünüyorduk. Sonra farkettik ki gol patikaya doğru çok ters bir yerde, daha aşağıda, patikanın dereye yaklaştığı bir noktadan doldurmaya karar verdik.
Bu sırada, Geçitten inmeye başladığımız anda, inanılmaz bir iklim değişimi yaşamıştık. 3 gün önce, Naletleme Geçidi’inden geçtiğimiz andan beri hissettiğimiz, nispeten kuru ve alışık olduğumuz hava yerini inanılmaz derecede bunaltıcı ve nemli Karadeniz iklimine teslim etmişti.
Kayda değer bir eğimde aşağıya doğru iniyorduk. İyice susamıştık. Ara sıra birbirimizi kaybederek ve adını bilmediğimiz garip çalımsı bitkilerin arasında patikaları kaybederek bir süre ilerledik.
Bu sırada, Kavron Geçidi’nin telefonlarımızı kullanmamıza izin vermeyerek bize yaptığı şaka sonucu telefon çeken bir yer bulup, akşam için kalacak yer ayarlamaya çalışıyorduk.
Susuzluğumun zirve yaptığı sıralarda, en sonunda, Oktay ile suyun yamacına yaklaşıp oturacak bir yer bulabilmiştik.
Bu noktadan biraz daha indikten sonra, zemin artık iyice bataklık halini almaya başlamıştı. Zaten çalılıklardan patikayı zor takip ederken, bir de bataklık zeminine basmak keyfimizi kaçırıyordu.
Tüm bunların üstüne, artan nem ve güneş ile birlikte kendisini ufaktan hissettirmeye başlayan pişik de tüy dikiyordu!
Geçitten beri derenin sol tarafından gelmiştik, elimizdeki rotaya göre, bir noktada derenin sağına geçmemiz gerekiyordu. Haritalarda çizili olan tüm patikalar derenin sağ tarafındaydı. Ayrıca dereye sürekli ayağımızın altındaki bataklıktan kollar katıldığı için, ileride karşıya geçmemizin çok daha zor olacağını biliyorduk.
Nereden geçeceğimiz üzerine biraz kafa yorup bir kolun daha bağlandığı yerden, artık geçmemiz lazım deyip biraz ıslansak da karşıya geçmeyi başardık.
Bu noktada, Derebaşı Gölünden, Hala Deresi olarak doğan nehrin, kolların katılımıyla dehşetli bir hal alıp Kavron Deresi adını aldığını hatırlatmakta da fayda var.
Kan, ter, gözyaşı ve pişiklerimizle birlikte yürürken, sağ tarafımızda kalan vadilerden bir tanesinde bulunan Öküz Yatağı Kamp alanına giden patikayı ve birkaç adını bilmediğim kamp alanını da geçtik.
Sabah 7.30’da başlayan yürüyüşümüz artık son bulmak üzereydi. Patikanın sonuna doğru, köye gelmeden bir toprak yola bağlandık. Burası arabalıların ulaşabileceği son noktaydı. Belki o gün Rize’den, Trabzon’dan burayı görmeye gelen insanların arasından, 5 günlük pasımız ile geçtik.
Saat 17.30 gibi Yukarı Kavron yaylasına varmıştık. Yolda Kartal Abi’ye atıp ulaşmasını ümit ettiğim mesajım ulaşmış, Kartal abinin gönderdiği servisçimiz bizi bekliyordu. Toparlandık ve eşyalarımızla servise yüklendik. Bizimle birlikte gelen şimdi adını hatırlayamadığım bir dağcı abi de vardı.
Bu sırada beklerken, Şahin Pansiyon’dan kola alıp onu içtik. Medeniyet güzel bir şeydi.
1 saatlik zorlu bir minibüs yolculuğunun ardından, Ayder’e, Pazar servislerinin kaltığı noktaya bırakmıştı bizi servisçi abi. Medeniyete tekrar kavuşmuş olmanın sevinci içerisindeydik. Ancak bu sevincimizin kursağımızda kalması çok uzun sürmeyecekti. Bizi biraz uğraştırsa da, KYK’larda bir şekilde yerimizi ayırttık. Rize’de mi Trabzon’da mı kalsak ikileminde Rize’yi tercih ettik.
Fakat çok büyük bir problemimiz vardı. Bizim hiç hesaba katmadığımız, aklımızın köşesinden bile geçmeyen ve bizim böyle bir şeyi neden bilmemiz gerektiğini anlayamadığımız bir olay: Fındık toplama mevsimi.
Böyle bir mevsim varmış. Tabii bizim bundan haberimiz yoktu. Ve bu mevsim bitmiş. Bu yüzden, tüm Türkiye’den bahçelerine akın akın fındık toplamaya gelen insanlar evlerine dönüyordu. Otobüslerde hiç yer olmamasını yine anlamıştık da, tüm sahil hattı boyunca bulunan hiçbir havalimanından kalkan hiçbir uçuşta günler boyunca hiç yer olmaması bizi dehşete düşürmüştü.
“Ne yapıcaz, ne edicez?” derken, servise atlayıp aşağıya doğru inmeye başladık. Tam biz otobüslere bakındığımız sırada adını anmaktan imtina ettiğim M** turizm’in ek bir sefer koyduğunu gördük. Minibüsçünün ralli yaparmışçasına kullandığı aracın manevraları ve vadinin ortasında güç bela çeken internetimizle, bu sefer 4 tane koltuk satın aldık. Keşke almasaydık…(Devam edecek…)
Yine, Rize’li dolmuşçu abilerin dehşetengiz network’ü sağolsun, servisçimiz bizim Rize’ye gideceğimizi öğrenip, bizi ilgili araca bindireceğini söyledi. Bizi Karadeniz Sahil yolu üzerine çıkarıp, bilmem kaç saatinde ta Artvin Hopa’dan kalkıp Rize’ye giden dolmuşa, en fazla 2-3 dakika beklemeyle bindirmeyi başardı. Bu dolmuşa da sanırım 30-40₺ gibi komik bir ücret ödedik.
Rize’nin göbeği gibi bir yerde indik. Dolmuşçu abiyle hemen bi small-talk yapıp nerede yemek yeriz diye sorduk. Bize önerdiği Liman Lokantasına gittik. Ne yedik tam hatırlamıyorum ama, kaç gündür dağda kaldığımız halde o kadar beğenemedik yemeklerini.
Sonra, Oktay ile bir gezintiye çıkıp şampuan aradık. Saat 9’dan sonra Rize’de şampuan bulmak çok zormuş. Tedarikli gidin :D. Hem Ayşegül’lerin, hem de bizim kalacağımız KYK’lar benzer bir yol üzerindeydi. 4 kişi taksiye binip yola düştük. Önce biz indik ve saat 11 gibi artık yatacak bir yatak bulmuştuk kendimize…
Günün yürüyüş kaydına linkten ulaşabilirsiniz: https://www.wikiloc.com/hiking-trails/ahpini-kavran-yaylasi-112185902
29 -30 Ağustos 2022: Rize – Trabzon – İstanbul? (Belki bir gün)
Uzun günler sonra ilk defa taşların üzerinde değil de, bir yatakta uyanmanın sevinci içerisindeydik. Güç bela yataktan kalkıp, Rize’nin deniz manzaları KYK’sinden ayrılmak üzere hazırlanmaya başladık. Hastane’den şehir merkezinde dolmuş gittiğini öğrendik. Hastaneye kadar yürüyüp “çarşıya” inen bir dolmuşa bindik.
Ayşegül ve Selin’in de gelmesiyle tekrardan buluşmuş olduk. Karnımız deli gibi açtı, dünkü yediğimiz yemek de bizi tatmin etmemişti zaten. Gece yaptığımız araştırmalar sonucu, Liman Lokantasına gitmeye karar verdik.
Ortaya kavurma, kuru fasülye ve pirinç pilavı söyledik. Yemeklerin hepsi ayrı ayrı efsaneydi. O kadar ki, her şeyin fotoğrafı var, bu kısmı kimse çekmemiş :D. Yine aklıma düştü, canım çekti.
Sonrasında çantalarımızı oraya bıraktık. Ayşegül ve Selin kendilerine terlik alacaklardı. Biz de Oktayla çay içecek bir yer aradık ve dayı yoğunluğunun en yüksek olduğu çay ocağını bulmayı başardık!!
Bu arada, hava aşırı sıcak ve nemli olduğu için terlemeden herhangi bir an geçiremiyorsunuz. Hem bu yüzden, hem de heryerden su fışkırdığı için olsa gerek, İstanbul’da rastgele bir büfede bile 3 4 satılan su, Rize’de lokantalarda bile 1 liraydı. Ayrıca, “çay” istediğinizde, alıştığımız süzme çayın aksine, süzülmemiş, üzerinde ufak çay yaprakları yüzen bir bardak geliyor. Süzme çay istemek için “süzme” demek gerekiyormuş. Süzülmemiş halini daha çok beğendiğimi söyleyebilirim ama.
Biraz burada oturduktan sonra, sıkıldık ve Ayşegül ile Selin’in yanına gitmeye karar verdik. Onlar kendilerine terlik almaya çalışırken Oktay da çorap aldı.
İşlerimizi hallettikten sonra, Trabzon’a gidecek bir araç aramaya başladık. Sorgularımız sonucu Trabzon’a giden dolmuşların geçtiği bir durak bulduk. Ancak duraktaki numarayı aradığımızda, bizi “çay bardağı” heykelinin oradaki başlangıç durağına yönlendirdi.
Bir şekilde yine kendimizi şehirlerarası giden bir dolmuşta bulmuştuk. Yolcularla şoför arasındaki klimanın açılmasına dair tartışmaların arasında, kendimizi Trabzon’da bulduk.
Burada, Oktay’ın lise arkadaşı Ceren ile buluştuk. Trabzon’un sanırım meydanı olan bir yere gittik önce. Burada fotoğraf çekindikten sonra, bir kafede biraz serinlemeye çalışıp kahve içtik.
Sonra, yakınlardaki M* Turizm bürosuna çantalarımızı bırakıp Boztepe denen çay bahçesi/seyir tepesi kıvamındaki yere gitmek için dolmuşa bindik.
Burası tepe olmasının hakkını vererek bize biraz daha serinlik bahşediyordu.
Epeyce çay içip/çekirdek çitleyip muhabbet ettik. Artık gitme vakti gelmişti.
Tekrardan aşağı indik ve çantalarımızı alıp otogara gitmek üzere yine dolmuşa bindik. Otogarda Ceren ile vedalaştıktan sonra otobüsümüze bindik. 2 katlı devasa bir otobüsümüz vardı.
Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik ve uzuun bir yolculuktan sonra sorunsuzca İstanbul’a vardık. <- Bu cümle bu rapor için çok uygun bir cümle olabilirdi.
Ne yazık ki olamadı. Otobüsümüz yaklaşık yarım saat sonra, Trabzon’dan daha çıkamadan Akçaabat’ta bozuldu ve otogara girdik. Normal karşıladık. Otobüs bozulabilirdi yani. 50 yıllık teknolojiyle motorin yakarak çalışan devasa bir aygıt sonuçta. Yapılır çözülür diye düşündük.
Beklerken sağda solda kendimizi eğlendirmeye çalıştık. Biraz karnımız acıkmıştı. Yolun karşı tarafından birer çiğköfte alıp otogar bahçesinde gömdük. Ancak burada bir komplikasyon da gerçekleşti. Ben açtığım ayranı çalkalamaya çalıştığım için her yerim ayran oldu :(. Güç bela üzerimdeki ayran kalıntılarından kurtulsam da, üzerimde kesif bir ayran kokusuyla hayatıma devam etmek durumundaydım. Tek bir şehir şortum olduğu için, acaba 5 gün dağda giydiğim dağ şortumu mu değiştirsem diye düşündüm ancak vazgeçtim. Şimdi düşününce, dağ şortu daha iyi bir tercih olabilirmiş..
Saatler geçiyor, teyzeler beklemekten fenalaşıyor, koskoca Trabzon’dan yarım saat mesafede olmamıza rağmen otobüsümüz tamir olunamıyordu. Yok şu gelicek, yok parça gelicek derken 3 4 saat sonunda bir şekilde otobüse tekrar binip yola düştük.
Bitti sandınız değil mi? Yoo 😀
Sevincimiz, yaklaşık 1 saat sonra, gece yarısısı Görele’de tekrardan otogara girmemiz ile kursağımızda kaldı. Bu sefer, önceki bozulmada sükunetini koruyan yaklaşık 70 otobüs sakini o kadar uysal değildi. Biraz öfkeli bir abinin kaptana sinirlenmesi ile ortalık biraz karıştı. Abi haklı olarak neden bize yeni otobüs gönderilmediğini yahut düzgün bir servisin gelip otobüsü tamir etmediğini sorguluyordu. (Not: Otobüsü 2 kaptan tamir etmeye çalışıyordu.) Kaptan yetkili kimseye ulaşamadığını, ulaşsa bile, şu an zaten ek seferler bile dolu olduğu için kimsenin bizi kurtaramayacağını söylüyordu. Müşteri hizmetlerine ulaştığımızda ise bölge sorumlusu cart curt dahil herkesin haberdar olduğunu falan söylüyorlardı.
Biz de beklemekten sıkılmış, artık olayı çok da dalgaya alamıyorduk. Alkışlayarak protesto etmeye karar verdik. Ayşegül ve benim alkışlamamızla başlayan, otogarın geniş duvarlarında ürkünç bir şekilde yankılan dalga, iki tane daha küçük çocuğun, olaydan tamamen habersiz, sevinçle yanımızda alkışlamasıyla ve ardından klasik bir Türkiye pasifisti dayının “kısık sesle”, “Yeter alkışladığınız, uğraşıyor işte adamlar” demesiyle devam ederken kaptanın kafasını motordan kaldırıp “Kim alkışlıyor lan!? Neyi alkışlıyorsunuz het höt” demesi ve bizim sinirli abinin bize arka çıkmasıyla son bulmuştu.
Şoförün elinde levyeyle sinirli bir şekilde hakkını arayan abimizin üstüne yürümesiyle ortalık gerildi. O sırada bir kısım tarafları sakinleştirmeye çalışıyor, bir kısım telefonuna sarılmış, ya video çekiyor ya da polisi aramakla meşguldü.
En azından bir çözüm geleceğine daha çok inanmıştık. Bu tarz bir problemin ya sosyal medya aracılığla, ya da polis tarafından çözülmesi, bizim şarj dinamosonun tamir olma ihtimalinden daha fazlaydı.
Ancak bu inançlarımızın da boşa çıkması çok sürmedi. Polis geldikten sonra, sağda solda biraz gezip bakındı ve biz gidene kadar orada bekledi.
Nasıl oldu bilmiyorum ama 1-2 saat sonra tekrar yola düştük. Yolculuğun eve dönüş kısmı, dağda yürümekten daha zor hale gelmişti.
Gözlerimizi bir süre de olsa kapatık uyuduk. Güneşin doğuşuyla beraber, problemlerimiz yine kendisini göstermeye başlamıştı. Ağustos ayında, klima olmadan seyahat etmek zorundaydık! Çünkü kaptan otobüsü hareket ettirebilmek için klimayı iptal etmiş!
Tüm bunların üstüne, bir de dillere destan muavinimiz vardı ki… Muavinlik gibi basit bir görevin çok basit adımlarını dahi yerine getirmekten acizdi. Acılar içerisinde İstanbul’a vardığımızda, otobüsün koridorları, insanların ayaklarının altı dahil kola şişeleri, su şişeleri, çubuk kraker kırıntıları ve bilimum çöplerle doluydu…
Yaklaşık 20 saatlik bir sefaletin ardından, Alibeyköy otogara indiğimizde, herkes toprağı öpecek düzeydeydi…
Her ne kadar sonu biraz çileli olsa ve dağda fena hastalanmış olsam da, benim için çok eğlenceli ve zevkli bir geziydi. Alışık olduğumuzdan farklı iklimlerde, coğrafyalarda dolaşmak çok zevkli bir şey. Ayrıca, bölgeye karşı var olan ön yargılarımı da önemli ölçüde kırmış oldu. Özellikle Rize’de, kime ne sorsak, bir şey rica etsek biz daha demeden hemen çözülüyordu. Bu anlamda çok şaşırttı diyebilirim. Ancak Trabzon için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, kimse alınmasın biz pek sevemedik.
Böylesi müthiş bir gezi için, Nur Selin, Oktay ve Ayşegül’e çoook teşekkür ederim.
Hakan Ak
PS: Yazı biraz uzun olmuş, kusura bakmayınız, umarım eğlenmişsinizdir!
1 yorum
İ. Burak "Emmi" · 14 Eylül 2023 01:45 tarihinde
Eee siz gezi yazısı olgusunu arşa çıkarmışınız ya yeğen….
Sıkıldıkça ara ara dönüp dolaşıp şu yazıyı okuyom…bi senede dördüncü oldu bu…bi yorum yazayım dedim artık.